Çağının en seçkin yönetmeni: Paul Thomas Anderson
Öncesindeki kısa filmleri bir kenara koyduğumuzda Paul Thomas Anderson’ın kariyerini başlatan 1976 yapımlı Hard Eight ya da PTA’nın ısrarcı olduğu adıyla Sydney; henüz ham öğelerle örülmüş ancak sonraki işlerinde kendi sinematik anlatım ve tarzını elifi elifine ortaya koyacağının habercisi olan yönetmenin ilk uzun metraj filmi. Film noir havası taşıyan Hard Eight’in odağında, gençliğini bıçkın olarak tabir edilecek şekilde geçirmiş orta yaşlı Sydney’nin, hayat beceriksizi John’un yaşamına aniden girerek ona yardımcı olmasının yanı sıra filmin ilk yarısı boyunca sebebinin gizemini koruyacağı derin bağ yer alıyor. Anderson, birçok bilinmezin hâkim olduğu filmin daha başından hikâyesinin sert bir yüzeye kurulduğunu minimum diyalogla hissettirmenin yanında sonraki yıllarda fetiş oyuncularına dönüşerek çok karakterli hikâyelerin içinde yer alacak Philip Baker Hall, John C. Reilly ve Philip Seymour Hoffman’la Hard Eight’te birçok eleştirmen tarafından hantal olarak addedilen bir yönetmenlik deneyimi ortaya koydu.
PT Anderson, 1997 yılında ikinci uzun metrajı Boogie Nights ile bahsi geçen çok karakterli hikâyelerinden ilkini seyre sunmakla beraber, başta tek plan çekimleriyle sıkça andığı Martin Scorsese olmak üzere kendinden öncekilere saygı duruşunu da ihmal etmeyen bir esere imza attı. 70’li yılların porno endüstrisindeki iç arbedeleri ve nihayetinde endüstrinin yıkılışını Mark Walhberg’in hayat verdiği Dirk Diggler’ın kariyerinin iniş çıkışıyla bağlantılı şekilde anlatan Anderson, bu çok karakterli hikâyesinin içeriğini auteur yönetmenlik ve baba figürlüğüyle harmanlanmış Jack Horner (Burt Reynolds), uyuşturucu bağımlısı bir porno yıldızı ve annelikle örülmüş Amber Waves (Julianne Moore) gibi karakterlerin tek boyutla sınırlı kalmayan çatışmalı duruşlarıyla varsıllaştırıyordu. 3 dalda Oscar adaylığına layık görülen Boogie Nights, hikâyesinden kitschliğin hüküm sürdüğü arka planına, tekniğinden müziklerine kadar Paul Thomas Anderson sinemasının 21. yüzyıla damgasını vuracağını müjdeleyen film olmuştu.
Boogie Nights sonrasında bir süre, kısa filmleri andıran müzik videolarına yoğunlaşan Paul Thomas Anderson, 1999 yapımlı üçüncü uzun metrajı Magnolia ile yalnızca başarısını büyük ödüllerle buluşturmakla kalmamış aynı zamanda artık çağın en seçkin yönetmenlerinden biri olarak birçok yönüyle kendi alametifarikasını ortaya koymuştu. Boogie Nights gibi birden fazla karakterin çevresinde gelişen Magnolia’da, birçok yaşamın trajik bir sebeple aynı noktada buluşmasını, bu yaşamların kesişerek iç içe geçişini anlatan yönetmen ele aldığı karakterlerle arızalı hayatlardan oluşan çetin bir antoloji yaratıyor. Toplumun duruşundan yola çıkarak Amerikan televizyonunu, kültürünü ve her türlü insan ilişkisine sosyolojik bir gözle yaklaşan PTA, yalnızlık ve pişmanlık gibi insan varoluşunun ayrıştırılamaz parçalarını şiirsel bir üslupla ortaya koyduğu filmde, ilkin kurbağa sahnesi olmak üzere birçok sahneyle büyülü bir gerçeklik sunan karanlık bir masal meydana getirdi. Festivallerde getirdiği başarı şöyle dursun, Anderson'ın ustalığa geçişinin de mütevazı bir sunuşuydu Magnolia.
Başrollerinde Adam Sandler, Emily Watson ve Philip Seymour Hoffman’ın yer aldığı, Paul Thomas Anderson’ın kendi tabiriyle “Adam Sandler tarzı sanat filmi” dediği 2002 yapımlı Punch-Drunk Love, hiç kuşku yok ki, PTA filmografisindeki en tartışmalı film oldu. Hayat beceriksizi karakterlerine bu kez farklı bir tonda yaklaşarak; asosyal ve tekdüzeliğin ele geçirdiği bir hayata sahip olan Barry Egan'ın hikâyesini anlatan Anderson, bu filmle romantik komedi tarzının sınırlarını esneterek alışılmışın dışında bir hikâyeyi izleyicisiyle buluşturdu.
Boogie Nights ve Magnolia ile iyice rüşdünü ispatlayan Paul Thomas Anderson, Pulitzer ödülü sahibi Amerikalı yazar Upton Sinclair’ın Oil! adlı eserini temel alarak çektiği, yaşayan en büyük oyunculardan biri olarak gösterilen Daniel Day-Lewis’in başrolünde yer aldığı There Will Be Blood ile pekçoklarına göre sadece kendi filmografisinin değil, 21. yüzyılın şimdiye kadarki en iyi filmlerinden birine imza attı. 20. yüzyılın arifesinde petrol işine adım atan, yıllar içerisinde işini giderek büyüten Daniel Plainview’ın hikâyesini odağına alan film, insanları sadece bir araç olarak gören ve başarı uğruna her yolun mübah olduğunu düşünen Plainview’in petrol potansiyeli yüksek, küçük bir kasabaya gitmesiyle inanç, iktidar arzusu ve kin gibi temaları hikâyenin arka planında incelikle işliyordu. Daniel Day-Lewis, birçok övgüye mazhar olan Daniel Plainview performansıyla o yıl içerisinde En İyi Erkek Oyuncu Oscar ödülüne layık görülmüştü.
There Will Be Blood’ta inanç meselesinin yüzeyini kazıyan Anderson, yine geniş oyuncu bir kadrosuna sahip 2012 yapımı The Master fimiyle bu kez bu kavramı derinlemesine ele alıyordu. Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams gibi isimlerin başrolünde yer aldığı film, 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya’da ülkesi adına savaşan, ABD’ye dönüşünde savaş travmalarını beraberinde getiren Freddie Quell’in, kendiyle boğuştuğu bir dönemde tanıştığı Master ve onun ortaya koyduğu belli bir inanç sistemini takip eden The Cause tarikatıyla ilişkisini anlatıyor. Anderson’ın, bir Scientology taşlaması basitliğinden kaçınıp, çözülmesi zor duygular içerisindeki karmaşık karakterleriyle genel anlamda inanç mefhumunu irdeliyordu.
Paul Thomas Anderson, 2014 yılında çektiği saykodelik bir film noir örneği olan Inherent Vice ve onun ana karateri Larry "Doc" Sportello ile; 20. yüzyılın farklı dönemlerinde yaşamış, bir şekilde inanç-suç-sermaye çarkında yer almış erkek karakterlerinde bir yenisini eklemişti. Bu sefer yıl 1970, istikamet ise Kaliforniya... Gizemli bir şekilde ortadan kaybolan eski sevgilisi Shasta’yı aramaya koyulan, kafası her daim dumanlı bir özel dedektif olan Doc’ın soruşturma süreciyle; kentsel dönüşümden yüklü payını alan emlak sektöründen uyuşturucu kartellerine, Nixon dönemiyle yoğrulmuş komünizm paranoyasından FBI’ya, 68’den kalanlarla yetinmeye çalışan ‘çicek çocuklar’dan tarikatlara varan bir şekilde, 1970 Kaliforniyası’nın röntgenini çekiyordu PT Anderson.
2014 yılında Inherent Vice’ı çeken Paul Thomas Anderson, kısa bir süre sonra sürpriz bir belgeselle çıkageldi. There Will Be Blood filminden beri kendisiyle işbirliği yapan, Radiohead’in demirbaş isimlerinden Jonny Greenwood’u kamerasıyla takip ederek, sanatçının Hindistan’daki Mehrangarh Kalesi’nde Shye Ben Tzur, The Rajasthan Express gibi farklı müzisyenlerle ortak bir çalışma yürütmesini kaydeden Paul Thomas Anderson, ilk belgeseliyle kariyeri boyunca ortaya koyduğu tercihlerin dışına çıktı. İlk defa filmini dijital olarak çekmek durumunda kalan, hatta kendisinden beklenmeyecek bir şekilde amatör kamera ve drone çekimleri kullanan, sürekli ve gelişigüzel bir devinim hâlindeki kamera kullanımını benimseyen PT Anderson’ın bu tercihleri, çok farklı coğrafyalardan bir araya gelen bu isimlerin icra ettikleri büyüleyici müzik ve bu müziğin oluşum süreciyle birlikte bir anlam buluyordu.
Filmleri arasına en az birkaç yıl süre koyan Paul Thomas Anderson’ın yeni filminde, There Will Be Blood’ta beraber çalıştığı usta oyuncu Daniel Day-Lewis’in yer alacağı açıklandığında sinemaseverler yeni bir başyapıt beklentisine girmişti. Fakat sonrasında gelen Day-Lewis’in bu filmle beraber sinema kariyerini noktalayacağı haberleri Phantom Thread’i kutsi bir uğurlamaya dönüştürdü. 1950’lerde sadece Londra ve Britanya’da değil, Kıta Avrupası’na kadar yayılmış bir şanı olan, üst tabakadan asilleri giydiren bir modacı Reynolds Woodcock’un hikâyesini anlatan PT Anderson, filmografisi boyunca sıkça gördüğümüz bir şekilde, hayatı boyunca kendine tavizsiz bir iktidar alanı kurmuş bir erk arketipinin örneği olan Woodcock’un karşısına, en az onun kadar komplike bir karakter olan Alma’yı koyuyor bu kez. Alma’ya hayat veren Vicky Krieps ve Reynolds Woodcock’un kardeşi Cyril rolündeki Lesley Manville’in, performanslarıyla Daniel Day-Lewis’e yalnızca eşlik etmekten fazlasını yaptığı film; sadece, tüm karanlık yönleriyle ele alınmış, çok da alışıldık olmayan aşk hikâyesi bile sinemada tecrübe edilmeyi hak ediyor.
Altı adaylık kazandığı Akademi Ödülleri'nde En İyi Kostüm Oscarı'na layık görülen Phantom Thread, 09 Mart'tan itibaren seyirciyle buluşuyor.