Hollywood'un göreve çağırdığı bir yönetmenden fazlası: Denis Villeneuve
Hollywood; birbirine bağlı birçok hikâyenin yer aldığı sinematik evrenler yaratma, takvimini peşi sıra devam filmleri ve yeniden çevrimlerle doldurma yoluna girdiğinden beri, bu yeni düzen içerisinde kendisini ihya edecek yönetmenleri arıyor. Görevimiz Tehlike’nin üçüncü filmini çeken ve Star Trek ile Star Wars’un günümüz filmlerinde pilot koltuğuna oturan J.J. Abrams, sektörün bu hususta başvurduğu isimlerin başını çekiyor. Hollywood’un vizyoner yönetmen arayışındaki yeni gözdesi ise Denis Villeneuve...
Villeneuve, Blade Runner 2049 filminin yönetmen koltuğuna oturduktan sonra Hollywood’un büyük bütçeli –özellikle epik anlatılara sahip- yapımlar için kapısını ilk çaldığı sinemacılardan biri konumuna geldi. Villeneuve önümüzdeki yıllarda “hayatımın projesi” olarak nitelendirdiği Dune uyarlamasıyla meşgul olacakken yönetmenin ismi, yeni çekilecek Cleopatra filmi ve James Bond’un devam halkası gibi yapımlarla da yan yana anılıyor. Fakat Kanadalı yönetmenin kariyerinin ilk dönemlerine göz attığımızda, günümüzdeki sinemacı kimliğine çok daha farklı bir noktadan evrildiğini görebiliyoruz.
Sinema kariyerine çektiği kısa filmlerle başlayan Denis Villeneuve, ilk uzun metraj deneyimini senaryosuna imza attığı 1998 yapımı August 32nd on Earth (Un 32 août sur terre) ile yaşadı. Filmin odağında yer alan, yaşadığı travmatik araba kazasından sonra kendini varoluşsal bir krizde bulan Simone karakteri, sonradan Villeneuve’ün ele aldığı öykülerin alameti farikası olan, yaşadıkları sonrası kendini belli çıkmazların içerisinde bulan kadın ana karakterlerin ilk örneği oldu.
2000 yılında ikinci uzun metrajı Maelström'ü çeken Villeneuve, bahsi geçen kadın karakter arketipinden bu filminde de vazgeçmeyerek, kendisinden beklenenleri karşılayamama, uyuşturucu kullanımı, iş yerinde başarısızlık gibi sorunların üzerine bir de kürtaj atlatan Bibiane'in Evian ile tanışmasıyla farklı bir yöne evrilen hikâyesini anlatıyordu. Norveç açıklarında iki akıntının oluşturduğu ünlü anafor Maelström, yalnızca filmin adı olmakla kalmıyor, ayrıca filmin lineer olmayan anlatısının da altını çiziyordu.
2000 yılında çektiği Maelström sonrası kısa metraj ve belgesel projelerinde yer alan Denis Villeneuve'ün uzun metraj kurmacaya dönüşü ise 2009 yılını buldu. Villeneuve'ün siyah beyaz olarak çektiği Polytechnique, 1989 yılında 25 yaşındaki Marc Lépine'in École Polytechnique de Montréal'de mühendislik fakültesinin kadın öğrencilerine yönelik gerçekleştirdiği ve on dört kadının ölümünden sorumlu olduğu katliamı çıkış noktası alıyordu. Yönetmenin bıçak sırtı bir mevzuyu ele alış yöntemi genel anlamda övgü toplamış, film Kanada'da Genie Ödülleri'ne damga vurmuştu.
Pek çok sinemaseverin Denis Villeneuve ile tanışmasını sağlayan yapım ise Incendies oldu. Wajdi Mouawad'ın oyunundan sinemaya uyarlanan film, her ne kadar filmde adı belirtilmese de Lübnan'dan Kanada'ya kadar uzanan, savaşın insanlara ödettiği bedelleri konu ediniyor. Ülkesindeki iç savaş sırasında yaşadığı travmatik olayların ertesinde Kanada'ya göçen anneleri Nawal Marwan'ın son isteği üzerine, annelerinin doğduğu yere yolculuk eden ikiz kardeşleri filmin odağına yerleştiren Villeneuve, yine lineer olmayan kurguyla savaşın insanların hayatında bıraktığı derin izleri çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu.
Denis Villeneuve'ün 2013 yılında çektiği iki film ise yönetmenin kariyerinin başka bir yola girmesine vesile oldu. Başrollerinde Jake Gyllenhaal ile Hugh Jackman'ın yer aldığı ve Villeneuve'ün İngilizce çektiği ilk film olan Prisoners, kaybolan kızını arayışa koyulan bir babanın hikâyesini anlatıyor. Jackman ve Gyllenhaal gibi isimlerin yanı sıra Paul Dano, Melissa Leo, Viola Davis, Maria Bello gibi ünlü oyunculardan oluşan kadrosundan güç alan film, Villeneuve'ün Hollywood'a kaçınılmaz geçişini hızlandırmış, yönetmenin ismini stüdyoların yeni filmlerinde görmek istediği sinemacılar listesinde üst sıralara taşımıştı.
Villeneuve'ün 2013 yılında çektiği diğer film Enemy ise, José Saramago'nun romanından uyarlanan bir doppelgänger hikâyesiydi. Enemy, Prisoners'ın anaakıma yakınsayan anlatısından hayli uzak olmakla beraber, yönetmenin kariyerinin ilk döneminden izler taşıyan, şu ana kadarki filmografisinde izleyiciyi en zorladığı filmlerden biri oldu. Jake Gyllenhaal, Mélanie Laurent, Sarah Gadon, Isabella Rossellini gibi isimlerin varlığı da filmin popülerliğine pozitif katkı sağlayan ögelerden biri olmuştu.
Taylor Sheridan'ın senaryosuna imza attığı Sicario filmi, Villeneuve'ün hızla tırmandığı Hollywood basamaklarında en önemli duraklardan biri oldu. FBI'da önü açık ve idealist bir görevli olan Kate Macer'ın, ABD ile Meksika sınırında devletin uyuşturucu kartellerine açtığı savaşa dahil olduktan sonra yaşadıklarını konu ediniyor. Usta görüntü yönetmeni Roger Deakins ile Villeneuve'ün incelikli rejisinin yanı sıra Johan Johansson'ın tekinsiz müzikleri, kartel ile devlet uygulamalarının benzerliğinin altını çizen senaryoyu görsel ve işitsel olarak tamamlamayı başarıyordu.
Denis Villeneuve'ün Blade Runner 2049'dan önce çektiği son film Arrival ise, hem gişede hem de eleştirel anlamda yakaladığı başarıyla yönetmenin bilim-kurgu sinemasının geleceklerinden biri olarak anılmasına vesile oldu. Birçoklarının yıl sonu en iyiler listesinde yer alan, Ted Chiang'ın Story of Your Life isimli öyküsünden uyarlanan film, yönetmenin giderek ustalaştığı sükunetin yanı sıra üstü örtülü bir gerilim içeren sinema dilinin en iyi örneklerinden biri olarak göze çarpıyordu. Yönetmenle yeniden birlikte çalışan Johansson'ın sıra dışı soundtrackleri ise yönetmenin görsel ahengini tamamlayan etmen oluyordu.
Denis Villeneuve'ün kariyerinde şu ana kadar karşılaştığı en büyük meydan okuma diyebileceğimiz Blade Runner 2049 ise 06 Ekim'den itibaren sinemaseverlerle buluşuyor.