Filmekimi 2019 programından 16 film önerisi!
Elveda (The Farewell)
Amerika’da yaşayan Billi, Çin’deki babaannesine konulan teşhisin ciddi olduğunu ve çok az zamanı kaldığını öğrenir. Ailesinin ısrar ve tembihlerine karşın Billi, kuzeninin düğünü için ailesinin yanına gider. Böylece babaannesini son bir kez görebilecektir. Lulu Wang’in kendi büyükannesinin hastalığından esinlenerek çektiği The Farewell, ilk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yaptı. Kahkahası hiç eksik olmayan film, ne duygusallığından ne de incelikli yaklaşımından hiç ödün vermiyor ve muhteşem performanslarıyla yürekleri dağlıyor.
Güney İstasyonunda Randevu (Nan Fang Che Zhan De Ju Hui)
Cannes’da ana yarışmada yer alan tek Çin filmi neonlar, parlak renkler ve hep koruduğu gizemiyle öne çıkan çarpıcı bir polisiye. “Heyecan verici, şiirsel ve ışıl ışıl, Çin usulü bir kara film” sözleriyle övülen Güney İstasyonunda Randevu, peşine hem rakip çeteler hem de polisin düştüğü bir gangsterin kaçış hikâyesini düşmeyen bir tempoyla anlatıyor. Yönetmen Diao Yinan’ın “görsel tarzı dramatik gerilimle birleştiren bir anti-ütopya” olarak tarif ettiği Güney İstasyonunda Randevu, çizgi romanları anımsatan görsel dünyası ve kovalamaca sahneleriyle öne çıkıyor. Karanlık suç filmleri ve distopya öykülerinden esinlenen yönetmen Diao Yinan’ın İnce Buz, Kara Kömür filmi 2014’te Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazanmıştı.
Köpekler Pantolon Giymez (Koirat eivät käytä housuja)
BDSM dünyasına girerek yasını hafifletmek... Dünya prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde yapan Köpekler Pantolon Giymez, eşi gözlerinin önünde boğularak hayatını kaybeden Juha’yı izliyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen kendini hiç tam anlamıyla toparlayamayan Juha’nın hayatı, tesadüfen “emrine girdiği” sahibe Mona’yla tanışınca tamamen değişiyor. Fiziksel acının kederi aştığı anları kimi zaman gayet mizahi bir yolla konu alan Köpekler Pantolon Giymez, bir yandan siyah lateks kıyafetli fetiş/BDSM dünyasını keşfederken bir yandan da bu dünyanın sıradan insanlarının cinsellik dışındaki ruh hallerine göz atıyor. “Filmimde Billy Wilder’dan bir parça vardır umarım” diyen yönetmen Jukka-Pekka Valkeapää’yı festivalde de gösterilen Muukalainen / Ziyaretçi filmiyle tanıyoruz.
Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait de la jeune fille en feu)
Cannes’da çok beğenilen ve çokça konuşulan, eleştirmenlerce “A sınıfı bir başyapıt... Bu yıl prömiyerini yapan en kusursuz yapıt.” sözleriyle övülen film 18. yüzyılda, bir ressamın modeliyle aşkını anlatıyor. Ressam Marianne’a, manastırdan henüz çıkan ve evlenmek üzere olan genç Héloïse’in portresi sipariş edilir. Ancak Marianne, bu portreyi Héloïse’dan habersiz çizmelidir. Bu kısıtlamanın önüne geçmek için Marianne, gönülsüz gelin adayı Héloïse’ı önce gözlemler sonra da onunla yakınlaşır. Yüzyıllar boyu gözardı edilen ve yapıtları unutulan kadın ressamlardan esinlenen yönetmen Céline Sciamma’yı yönettiği Tomboy ve senaryosunu yazdığı Kabakçığın Hayatı ile tanıyoruz.
Savunma Sanatı (The Art of Self-Defense)
Karate dünyasında geçen bu kara komedinin başkahramanı bir gece motosikletli bir çete tarafından kıstırılıp dövülerek soyulan ürkek muhasebeci Casey. Kendini korumak adına mahallesindeki karate dojo’suna yazılan Casey, kısa sürede ilerler ve kendini gösterdikçe dojo ustasının gizemli gece derslerine katılmaya hak kazanır. Maço kültürünü absürt noktalara uçuran alfa erkekler, biraderler, egzersizler, gerçek erkeklikle dolu bu ter kokulu, cesur, sıra dışı komedi “yumruklarla tekme, ayaklarla yumruk atmanın önemini” anlatıyor.
Islıkçılar (La Gomera)
İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapan film, “Ocean’s” serisi usulü kovalamacalar, silahlı çatışmalar, Sapık göndermesi ve femme fatale’i ile soygun filmi türüne yeni bir soluk ve Romanya usulü bir kara film tadı taşıyor. Filmin kahramanı, buraya özgü ıslık dilini öğrenmek için Kanarya Adaları’ndaki La Gomera’ya giden Romanyalı üçkağıtçı polis Cristi; amacıysa çalınan 30 milyon avronun yerini öğrenmek için mafya babası Zsolt’u hapisten kaçırmak. Filmlerinde alışılmadık mizah duygusunu hiç esirgemeyen Corneliu Porumboiu’nun yönettiği, yapımcılığını Toni Erdmann’ın yönetmeni Maren Ade’nin üstlendiği film, Romanya’nın Oscar adayı ilan edildi.
Süt Dişi (Babyteeth)
Milla’nın yeni aşkı başta ailesi olmak üzere herkesi telaşlandırır. Çünkü Milla daha 15 yaşındadır, kanser hastasıdır, üstelik sevgilisi ondan yaşça büyük, yüzünde bile dövmeleri olan, evsiz bir torbacıdır. Her şey felakete doğru mu sürüklenecek yoksa güleç yüzlü Milla yaşama tutkusunu çevresindekilere de aşılayabilecek midir? Avustralyalı tiyatro ve televizyon yönetmeni Shannon Murphy’nin bu renkli ve enerjik ilk sinema filminde Milla’yı Sharp Objects dizisiyle parlayan ve Küçük Kadınlar’da hatırı sayılır ağırlıkta bir rol üstlenen Eliza Scanlen canlandırıyor. Dizi oyuncusu Toby Wallace ise Venedik’te kazandığı ödülle sinema dünyasına büyük girişini yapıyor.
İlk Aşk (Hatsukoi)
Sinemanın en aşırı, en ele avuca sığmaz, tartışmalı yaratıcılarından Takashi Miike’nin Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen son filmi ve 90. yapıtı. İzleyiciyi şaşırtacak ve sarsacak sürprizleri filmlerinden esirgemeyen Miike manga, samuray, korku ve canavar filmlerinden bu kez aksiyon-macera-yakuza diyarına geçiş yapıyor. Tek bir gece boyunca Tokyo’da geçen filmde, beyin tümörü teşhisi konulan bahtsız bir boksör, masum bir telekıza âşık olur. Ama kötü adamlar tabii ki peşlerini bırakmaz. Mafya ve kara film öğeleri, şiddet, romantizm ve komik sekanslarla dolu bu amansız “ucuz roman” akıl almaz cinayetler, hayaletler, animasyon bölümlerle çok hareketli, çok eğlenceli ve çok kanlı.
Boyalı Kuş (The Painted Bird)
Trajik bir şekilde kendi hayatına son veren Jerzy Kosinski’nin tartışmalar yaratan tanınmış romanı Boyalı Kuş’un ilk sinema uyarlaması dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptı. Boyalı Kuş, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru çorak, ilkel Doğu Avrupa’da bir yerde, yalnız bir çocuğu izliyor. Kimsesiz kalan Çocuk köyden köye çiftlikten çiftliğe geçiyor; cahil, hoşgörüsüz, acımasız sivil ve askerlerle karşılaşacağı sonu belirsiz bir yolculuk sürdürüyor. 35mm sinemaskop çekilen siyah-beyaz film, klişeler kadar melodramdan ve duygusal yönlendirmelerden de kaçınarak savaşın dehşetini insan ve doğa manzaralarıyla kahramanı Çocuk’un gözlerinden tarafsız kalarak aktarıyor. Filmi insan ruhunun karanlık derinliklerine doğru bir yolculuk olarak yansıtan Yönetmen Marhoul, Boyalı Kuş’un özünde şiir bulunduğunu, etrafı dehşetle sarılı olmasına rağmen Çocuk’un özününü güzel kaldığını söylüyor.
Monos
“Masal dünyasında geçen bir kâbus”, “Kolombiya usulü Sineklerin Tanrısı” denilen Monos’u, Guillermo del Toro da “güçlü, yeni bir yönetmenden büyüleyici bir film” sözleriyle övüyor. Geçit vermeyen cangılın tehditkâr gölgeleri arasında, savaşçı lakapları takınmış sekiz çocuk asker, yaz kampını andıran bir yerde Amerikalı bir kadını rehin tutmaktadır. Sürpriz bir baskına uğrayınca çocukların görece huzurlu günleri sona erer ve birbirlerine duydukları güvenle bağlılıkları sarsılan grup, üslerinden ayrılarak cangılın derinliklerine sığınmak zorunda kalır. Kolombiya’nın Oscar adayı Monos, merkezine ideolojiden çok hormonlarının etkisi altındaki ergen kahramanları yerleştiren, her yönüyle alışılmadık, fantastik bir savaş ve hayatta kalma hikâyesi anlatıyor.
Bacurau
Anaerkil bir köy, bir cenaze ve köyün haritalardan silinmesine yol açan bir komplo... Yakın bir gelecekte, Brezilya kırsalında geçen gizemli ve gerilimli Bacurau türler arasında geziniyor. Ülkelerindeki gelir eşitsizliğinden esinlenen yönetmenler Mendonça Filho ile Dornelles, dışarıdakilerin küçümsediği, “yabancılar”ın tehdidi altındaki küçük bir topluluğun hikâyesini westernle bilimkurguya öykünen, mistik ve gerilimli atmosferini kaybetmeyen özgün bir tarzla aktarıyorlar. Filmin anlatıcısı, Batılı belgeselci rolünü üstlenen kült oyuncu Udo Kier; başroldeki Sonia Braga ise Örümcek Kadının Öpücüğü dahil birçok filmde rol almıştı. Bacurau’nun yönetmenlerinden Kleber Mendonça Filho’yu Aquarius ve Komşu Sesler filmlerinden tanıyoruz.
Zombi Çocuk (Zombi Child)
Öldükten sonra dirilerek geri dönen Haitili köle Clairvius Narcisse’in “gerçek hikâyesinden” esinlenen film, 1962’de Haiti’de tarlalarda başlıyor, 55 yıl sonra Paris’te prestijli bir yatılı okulda devam ediyor. Saint Laurent ve Nocturama filmlerinden tanıdığımız yönetmen Bertrand Bonello, George Romero’nun zombilerinden çok farklı bir cinsi konu ettiği yeni filmini Fransız Yeni Dalgası’nın ilkelerini gözeterek çekti. Sömürgeciliğin acı dolu mirasını ve ırkçılığın hâlâ silinmeyen izlerini hem korku öğeleri hem de Rihanna şarkıları içeren sıradışı senaryosuyla sorgulayan film bir yandan da aile sırları, doğaüstü, kültür, geçmiş, elitizm, kolektif hayal gücü ile tarih bilinci olgularına da değiniyor. Zombi Child ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yaptı.
Acı ve Zafer (Dolor y gloria)
Hem İspanya’nın en özgün sinemacısı Almodóvar’ın hem de fetiş oyuncusu Banderas’ın muhteşem dönüşünü müjdeleyen Acı ve Zafer, Cannes’da eleştirmenlerin yıldız tablosunda en tepeye yerleşti ve izleyicilerin de olağanüstü övgüsüyle karşılandı. Oyuncularının hayranlık uyandıran performanslarının yanı sıra, canlı renklerin öne çıktığı görüntü yönetimi, aile bağlarının anlamıyla aşkın derinliğini işleyen sıcacık hikâyesiyle de gönüllerin Altın Palmiye’sini kazandı. Pedro Almodóvar’ın kendi yaşamından esinlenerek senaryosunu yazıp yönettiği Acı ve Zafer, yaşlandıkça eski şaşaalı günlerinin özlemini daha sık çeken dünyaca ünlü bir yönetmenin 1960’lardan günümüze yaşamöyküsünü çok duygusal ve çok kişisel bir bakış açısıyla anlatıyor. Elbette, Acı ve Zafer’i özel yapan durumlardan biri de Banderas’ın yönetmen rolünü üstlenerek yıllardır birlikte çalıştığı Almodóvar’ı canlandırması.
Vivarium
Without Name ile 2016’da sinemada adını duyuran reklam filmi yönetmeni Lorcan Finnegan, tüyler ürpertici bir hikâyeyle beyazperdeye dönüyor. Filmin bahtsız kahramanları Gemma ve Tom, ilk kez ev sahibi olmak için bir emlakçıyla görüşürler. Ancak ilk baktıkları evde mahsur kalırlar, üstüne üstlük büyütmeleri için kendilerine sevimli fakat tuhaf bir bebek teslim edilir. Aşırı normal görünen ama istemeden kabullenilen banliyö hayatına dair acımasız bir taşlama olan, Alacakaranlık Kuşağı ile Black Mirror arasında bir yerde duran filmini Lorcan Finnegan “gizemli, komik, üzücü ve ürkütücü bir kâbus” olarak tanımlıyor.
Parazit (Gisaengchung)
The Host ile uluslararası alanda tanınan, Snowpiercer ve Okja ile kariyerini sağlamlaştıran Bong Joon-ho, Parazit ile Cannes’da Altın Palmiye kazanarak yılın en iyi filmlerinden birine imza atmış oldu. Güney Kore’de tüm gişe rekorlarını kırarak 10 milyon izleyiciye ulaşan ve ülkesinin Oscar adayı olan Parazit’in merkezinde birbirinden derin farklarla ayrılan Park ve Kim aileleri var. Neredeyse sefalet içinde yaşayan Kim ailesinin fertleri gerçek kimliklerini bir şekilde saklayarak birer birer, zenginlikleri sınır tanımayan Park ailesinin hizmetine giriyor. Bu tuhaf birliktelik sürerken sınıf atlama çabası ve servet kibrinin yol açtığı trajikomik olaylar ardı ardına gerçekleşiyor. Parazit, güçlü sinema dili ve sürprizlerle dolu, sağlam senaryosuyla öne çıkıyor.
Marriage Story
Akademi Ödüllü sinemacı Noah Baumbach’in hayata geçirdiği Marriage Story dağılan bir evliliğin ve birlikte kalan bir ailenin dokunaklı ve şefkatli hikayesini konu alıyor. Filmin kadrosunda başrolleri paylaşan Scarlett Johansson ve Adam Driver’ın yanı sıra Laura Dern, Alan Alda ve Ray Liotta yer alıyor.
Film açıklamaları Filmekimi resmi sayfasından alınmıştır.